1920’lerin sonundaki Moskova’ya — hâlâ aynı ölçüde sefahat dolu ve küçük burjuva, ama artık Sovyetleşmiş şehre — operet havasındaki maiyetiyle gizemli bir yabancı gelir. Yoluna çıkan Moskova sakinlerini akıl almaz olaylar zincirine sürükler, ancak onun asıl misyonu — İncil öyküsü üzerine bir roman yazmış, gözden düşmüş bir yazar ile ona âşık kadını bulmaktır. Bulgakov, kendi dönemine özgü, neredeyse felyeton tarzındaki geleneksel bir konudan başlar — durağan Sovyet yaşamının bir yabancının gelişiyle altüst oluşu —, buna İsa’nın son günlerinin hikâyesini işler ve sonunda yaratıcılığın gücü, aşkın doğası ve iyilikle kötülüğün iç içe geçişi üzerine son derece kişisel ve trajik bir anlatıya ulaşır.